top of page

Öykünün Şimdisi ve Geleceği Üstüne

Şimdi, içinde bulunduğumuz zamandır. Dolayısıyla bugünün iki yönü vardır:

Geçmiş ve gelecek. Şimdinin anlaşılabilmesi için geçmişin bilinmesi gerekiyor. Ancak şimdiyi kavradıktan sonra geleceğe yönelebiliriz. Demek ki geleceğin yolu da bir parça geçmişin içinden geçiyor. Öyleyse bu üç zamanın birbiriyle her zaman doğrudan ya da dolaylı ama sıkı bir ilişkisi olacaktır. Bu zamansal ilişki yaşam için geçerli olduğu kadar, yazınsal yaratım için de geçerlidir. Buna da genel ölçekte birikim denebilir. Çünkü yazınsal bir eylemde bulunan insanın önünde yeryüzü insanlık kültürünün büyük kalıtı durmaktadır. Bu kalıtın içine yerel düzeydeki kıssalar kadar, Binbir Gece Masalları da Decameron Öyküleri de girer. O yüzden bana göre, yazınsal bir eylem, ne kadar devrimci olursa olsun kopuştan değil, birikimden yana olmalıdır. Başlangıçta yük gibi gelen geçmişin ağırlığı, aslında bilerek ya da ayrımsanmadan özgün bir yol açıcı da olabilir.


Her çağın bir tini vardır. Yazınsal anlamda her başarılı yapıt, kendi zamanının tinini iyi yakalamış, onu yansıtabilmiş demektir. Kimi yapıtlar dar zamanla sınırlıyken, kimi de geniş zamanlara açılabilir. Tarihsel ve toplumsal anlamda her türlü değişim ve dönüşüme karşın, insanın yapısındaki değişim yavaştır, çok daha uzun zamanları gerektirir. Burada değişmezlikten çok, değişime karşı direncin varlığı ve bu dönüşümün yavaş olması söz konusudur. İşte daha geniş zamanlara yayılabilen ve değişik çağlardaki insana anlamlı gelen, dolayısıyla yaşamı anlamlandıran yapıtlara klasik dememizin kökeninde bu yatmaktadır bana kalırsa. Bu anlamda klasik geçmişin ürünüdür. Yine de çevren açıcı bir özelliği vardır.


Şimdi denilen zamanı anla, bugünle, bu yılla sınırlamak mümkün değildir. Kollarımızı sağa ya da sola açtığımızda ulaşılabilmesi olası zamanlar da şimdinin içindedir. Bu zamanın belirlenmesi verili koşullarda geçerli insansal, toplumsal özdeşliklerle belirlenebilir. Öyleyse bugünden söz ederken, öykünün şimdisi için bir zaman tanımlayabiliriz. Bana göre, öykünün şimdisinden kasıt, çok gerilere gitmeden, ülkenin özgül koşulları nedeniyle rastlantısal değilse bile yaklaşık olarak yirmi-otuz yıllık bir zamanı kapsar. Demek ki, öykünün şimdisi, geçmişten gelen yaratıcılar da içinde olmak üzere 1980 sonrasından bugüne kadar olan süredir. Çünkü öyküdeki arayış ya da kırılma, 80’li yıllarla birlikte başlamıştır. Yadsımacı olmamak için belirtiyorum: Öykünün şimdisi içine 1981 yılında ilk öykü kitaplarını yayımlayan Feyza Hepçilingirler, Pınar Kür de girer, Nursel Duruel de (1982). Ama orda durmaz, 1983’te Cemil Kavukçu, Erendiz Atasü, 1984’te Özcan Karabulut, 1985’te Lütfiye Aydın ve Murathan Mungan gibi yazarlar da katılır. Bu öykücüler geçmişten gelen ama yeni bir öyküyü arayan yazarlardır. Sonraki yıllarda elbette yeni yazarlar da (1987-Hasan Ali Toptaş, 1988-Sezer Ateş Ayvaz; 1989’da Ayfer Tunç, Feride Çiçekoğlu ve Jale Sancak gibi) katılacak ve öykünün şimdisini oluşturmaya çabalayacaklardır.


Kuşkusuz bunu çeşitli adlarla çoğaltmak mümkündür. Ancak bu yeni kuşak yol açıcıların ardından, öyküde patlama denilen yıllara gelinir. 1990’la birlikte, her yıl için zorlanarak bir (bazen iki) örnek vermem gerekirse Zeynep Aliye (1990), Suzan Samancı (1991), Behçet Çelik (1992) Şebnem İşigüzel (1993), Mehmet Zaman Saçlıoğlu (1994), Zafer Doruk (1995), Aslı Erdoğan (1996), Sema Kaygusuz-Nalan Barbarosoğlu (1997), Hasan Özkılıç-Müge İplikçi (1998), Alper Akçam (1999) birlikte öykücülüğü sürdüren nice yeni yazarla öykü geçekten de yükselişe geçer. 2000’li yıllarla birlikte çeşitli biçimlerde anılan öyküdeki bu parlak çıkış, adı geçen yazarların yanı sıra her yıl birkaç yeni yazarla varlığını ciddi biçimde sürdürecektir. Örneğin yıllar sırasıyla 2000’de Hatice Meryem ve Jaklin Çelik, 2001’de Gönül Kıvılcım, M. Sadık Aslankara; 2003’te Ayşe Sarısayın, Barış Bıçakçı ve Sibel K. Türker; 2004’te Ahmet Büke ve Yavuz Ekinci, 2005’te Günhan Kuşkanat, 2006’da Kadri Öztopçu, 2007’de Seray Şahiner, 2008’de Gönül Çolak-Murat Özyaşar, 2009’da Aslı Akarsakarya-Emrah Serbes, 2010’da Aysun Sezer, 2011’de de şimdilik kaydıyla Aslı Solakoğlu ve Murat Uyurkulak yükselişini belli bir dönem için durdurmuş gibi olan öykünün şimdisine güç katan yazarlar olmuşlardır. Herkes kendi seçim ya da anımsamasına göre bu yazarların yanına söz konusu yıllar için bir-üç-beş yazar daha katabilir elbette. Ben kendimce öykünün gelişmesine katkıda bulunmuş, aynı zamanda yazınsal düzeyde bir tavrı olan öykü yazarlarını örnekçe olarak aktardım. Yoksa çeşitli ödüller almış, salt metinsel bağlamda daha “özgün” bulunabilecek yazarlar da vardır. Önemli olan şudur: Son kırk yıl öykünün şimdisini oluşturmaktadır. Bu genişçe sayılabilecek şimdi dediğimiz zaman içinde yazılan öykünün genel özellikleri nedir ve buradan geleceğe doğru nasıl bir yolla gidilecektir?

Bütün yazınsal türler gibi öykünün de bir çağı vardır. Öykünün çağını yakalamış olmak, çağın öyküsünü yazmak ve daha geniş düzlemde buna uygun yazılmış öyküyü okumakla mümkündür. Bu yüzden her zamanın kendine özgü, kendi tinine uygun bir öyküsü vardır. Çünkü dün yazılan öyküye bugünün gözüyle bakıldığında, geçmişte yazılmış öyküyü aşılmış gibi görme, daha geniş bir anlamda ‘çağdışı’ görme yanılgısına düşülebilir. Oysa yazınsal düzeyde önemli olan, tarih içinde, somutlaştırma bağlamında dün, bugün ve yarın döngüsünde yaratılan öykünün kendi çağının tinini yakalayıp yakalamadığına ilişkindir. Zaten yazınsal anlamda söz konusu öykünün güncelliği ya da zamanın tinini aşarak yerelden çıkışla evrenselleşip evrenselleşemediği, dolayısıyla kalıcı olup olmadığı da bununla ilgilidir.

Yirminci yüzyılın son çeyreğinden başlayarak yeryüzü öyle büyük değişikliklere sahne oldu ki, bu devasa değişiklikler karşısında sanatın ve yazının, burada ise öykünün değişmemesi, bu yeni zamana ayak uydurmaması neredeyse olanaksızdı. Dünyanın tek kutuplu hale gelmesi, küreselleşmenin yeryüzüne egemen olması, neo-liberal politikaların yaygınlaşması, bütün bunlara koşut olarak post-modernist yönsemenin de sanatsal bir eyleme biçimi olarak kendini dayatması elbette ve doğal olarak tüm sanat etkinlikleri kadar öykü de bulunduğu toplumlardaki yaşam biçimlerinin değişmesiyle dönüşmüştür. O yüzden üçüncü bir binyıla girdiğimiz bu süreçte, eski bakış açılarıyla, var olan düşünsel kalıplarla, bugünü ve bugünün sanat anlayışlarını anlamak güçleşebilir. Ancak kendini yenilemiş, verili somut koşullarda olumlu ya da olumsuz bu değişimi kavrayabilmek ve çözümleyebilmek için tüm bu dalgalanmayı anlayabilecek bir bakış açısıyla onu yorumlayabiliriz. Böyle bakıldığında her şey kötü ya da çok olumsuz gibi karamsar yargılar yerine, değişimi kavrayarak, ona “karışma” gücünü elde edebiliriz. Bulunulan eski noktalardan eylendiği sürece, kavranıp anlaşılmayan her yeni gelişme karşısında ancak yakınma ya da en çok savunma durumunda kalır ve yeryüzünün, dolayısıyla sanatsal ve yazınsal etkinliklerin, bu bağlamda öykünün bizim hiç de bilmediğimiz noktalarda devindiğini düşünmek durumunda kalırız.


Öykünün şimdisine genel çizgileriyle bakıldığında, şunları saptama olanağını bulabiliriz: Öykü nicedir artık kısalmıştır. Özellikle dergi editörlerinin de etkisiyle neredeyse kısa öykü dayatılmaya başlanmıştır. Kuşkusuz gerekçelendirmeleri vardır. Örneğin başka konularda neylerse iyi eyleyen okur adına “okunmaz” diye peşin bir yargıları vardır. Kuşkusuz bu yargı genelleştirilmemek kaydıyla haklı bir gerekçe de olabilir. Örneğin zamanın döngüsünün değişmesi, hızın gittikçe egemen olmaya başlaması bunu ciddi biçimde tetiklemiştir denebilir. Ama salt bu geçerli olsaydı, o zaman en azından uzunluğu nedeniyle romanın bunca popüler olmaması ve okunmaması gerekirdi. Elbette romanı dışta tutarak bu yeni yaşama biçiminin yeni bir öykü biçimi oluşturacağını da söylemek olası. Bu kaçınılmaz durum, öyküyü an’a indirgediği gibi, ayrıntıyı ve sözcükleri de en aza düşürmeyi, sürekli eksiltmeyi de zorunlu kılmıştır. Bundan olumlu sonuçlar da çıkarılabilir yazın adına. Klasik anlatıdaki olay, yerini durum’a ve kısa öyküye bırakmıştır. Bu da ister istemez her şeyin anlatılmaması nedeniyle, öyküde boşluklar bırakılmasına yol açmıştır. Bununla okuru öyküye katmak, etkin olmasına yol açmak gibi bir şey erekleniyor. Ancak zaman sorunu yaşayan insanların, buna özel zaman ayıramayacakları göz ardı ediliyor.


Gerçekçiliğin aşıldığının varsayılması ikinci konu olabilir. Artık yeğlenen, kopuş ve aykırı olmaktır. Öykünün siyasal olandan ya da toplumsaldan koptuğu da söyleniyor bu bağlam içinde, ancak yazılan öyküde kendine göre bir politiklik de var belli bir düzeyde. İçe çekilmeye bağlı olarak öykücülerin konuşmadığı, daha doğru bir deyişle öykü kişilerini konuşturmadıkları da eleştirilen bir konu. Ancak gerçekçiliği “aşan”, başka deyişle ondan uzaklaşan bir öykünün buna gereksinim duymadığı unutuluyor. Gerçekçi öyküden ayrı bir kanala giren yeni öykü daha çok “yenilikçi”, deneysel bir özellik taşımaktadır. Bu nedenle “eski” gerçekçilik yerine, gerçeklik başka boyutlarda algılanıyor ve yazılıyor.


Öykücülerin üzerinde Latin Amerika yazınının, özellikle oranın özgül koşullarında ortaya çıkmış “büyülü gerçekçilik” denilen anlayışın egemen olduğu gözlenen başka bir konudur. Kuşkusuz yeryüzünün her kıyısında yazınsal anlamda ortaya çıkan her birikimden yararlanmak son kerte doğaldır. Bu anlamda post-modernizmin teknik ve anlatım biçimlerini kullanmak hiç de sakıncalı değildir. Kendine özgü, bireysel yanı ağır basan öykünün kimileyin konuyu da önemsemediği, bununsa aslında insanın yitirilmesi olduğu gözden kaçıyor. Konudan çok metnin kendisi ve masalsılık-oyunsuluk daha çekici geliyor.


Bu anlamda genel okurun alıştığı klasik, olay eksenli, diyaloga dayalı öykü yerine, gerçekçilikten öte, üstgerçekçi, ama daha çok gerçek dışı ve fantastik yüklü kurgusal bir durum görülüyor. Bu da toplumsallıktan kopma olarak değerlendirilmektedir. Zaman zaman biçimselliğe dayalı, metni önceleyen deneysel örneklere de rastlanıyor. Gerçekçilikten uzaklaşan yeni öykü, gerçeklikten bu kaçış sonucunda belirsizliğe düşebiliyor. Kuşkusuz post-modernizmin etkisiyle parçalı öznellikler gizemciliğe ya da metin içi metin kurgulara (üst kurmacaya) dönüşerek salt metni yücelten bir biçim alıyor. Salt metincilik bana kalırsa insanî yanı ikincilleştiren bir yazma biçimidir, yazıcılıktır.


Öykünün geleceği için bilici tavrıyla bir yorumda bulunmak pek mümkün değil, ancak şu söylenebilir: Ütopyası olmak, bir tasarımı da barındırır. Çünkü her gelecek bir tasarımı ön gerektirir. 2010 Dünya Öykü Günü Bildirisi’nde Füruzan, şöyle demişti: “Öykü inançtan değil, ütopyasından güç alır. Çünkü ütopya asla soyut bir kavram değildir.” Her dönem kendi anlatı biçimini, toplumsal bakışını, gerçekçilik anlayışını kendi zamanına göre oluşturacak. Demek ki öykünün geleceği insanın geleceğine koşuttur. İnsandan henüz umudumuzu kesmediysek, öyküden de kesemeyiz. Füruzan’ın sözleriyle bitiriyorum: “Yineleyelim, ütopya bence soyut bir kavram değildir.” Ütopyasını içinde taşıyan öykü geleceğe kalacaktır. Çünkü gelecek, olası bir gerçekleşebilirlik içindedir. Bu düşe inananlar gelecekte var olan öyküyü yaşatabilecektir. Umutlu ve iyimserim. Hepsi bu kadar...


Kemal GÜNDÜZALP

 
 
 

Yorumlar


bottom of page